12 Haziran 2014 Perşembe
Minimal Art
Soyut dışavurumculuğun biçime ve duyguya verdiği aşırı öneme karşı bir tepki olarak, nesnenin nesne olma özelliğine dikkat çekmek ve ifade, tarihsel, sembolik anlamlarını minimuma indirmek amacıyla hareket etmiştir. Minimalist sanatçılar, nesnelere ve nesnelliğe olan bu ilgi nedeniyle genellikle heykel üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu alandaki önemli isimler arasında Carl Andre, Sol LeWitt, Robert Morris, Richard Serra, Donald Judd, Dan Flavin sayılabilir. Süreç sanatı, arazi sanatı, performans sanatı ve enstalasyon sanatı minimalizmden etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Hard Edge
Hard Edge
1960 ve 70lerin soyut sanat akımıdır. Özelliği birbirine sert biçimde yaklaştırılan renkli geometrik alanlardır colur painting tarzının bir başka şeklidir.
1950-1960 yıllan arasında ABD'de etkili olan Hard-Edge ilk kez 1958'de Kaliforniyalı eleştirmen Jules Langsner tarafından dile getirilmiştir. Daha sonra 1959'da Lavvrence Allo-vay bu terimitek renkli ve belirgin, kesin çizgileri olan kompozisyonlar için kullanır. Hard-Edge yapıtlarında son derece titiz simetrili bir geometri görülür. Hareket Josef Al-bers'in öncülüğünde, Kari Benjamin, Lorser Feitelson, Frederick Hammersley, Al Held, Ellsworth Kelly, Alexander Liberman, John McLaughlin, Kenneth Noland, Ad Reinhardt, Leon Folk Smith, Frank Stella, Jack Younger-man tarafından yaygınlaşmıştır. Minimal Sanatın* temel yapılarının habercisi olan Hard-Edge, Color-Field'la* birçok benzerlik gösterir ve çoğu zaman bu iki hareketi birbirinden ayırmak zordur (Kenneth Noland gibi sanatçılar her iki akım içinde görülmektedir .
1950-1960 yıllan arasında ABD'de etkili olan Hard-Edge ilk kez 1958'de Kaliforniyalı eleştirmen Jules Langsner tarafından dile getirilmiştir. Daha sonra 1959'da Lavvrence Allo-vay bu terimitek renkli ve belirgin, kesin çizgileri olan kompozisyonlar için kullanır. Hard-Edge yapıtlarında son derece titiz simetrili bir geometri görülür. Hareket Josef Al-bers'in öncülüğünde, Kari Benjamin, Lorser Feitelson, Frederick Hammersley, Al Held, Ellsworth Kelly, Alexander Liberman, John McLaughlin, Kenneth Noland, Ad Reinhardt, Leon Folk Smith, Frank Stella, Jack Younger-man tarafından yaygınlaşmıştır. Minimal Sanatın* temel yapılarının habercisi olan Hard-Edge, Color-Field'la* birçok benzerlik gösterir ve çoğu zaman bu iki hareketi birbirinden ayırmak zordur (Kenneth Noland gibi sanatçılar her iki akım içinde görülmektedir .
Pop art (pop sanatı)
Claes Oldenburg bu sanatın öncüsü olmuştur.
20. yüzyılın en sıra dışı sanat hareketi kübizm ve popart'tı; her ikisi de dönemlerinin kabul gören ve gün geçtikçe rutinleşen sanat akımlarına karşı oluşmuş olan isyanın meyveleriydi.
Kübizm, ekspresyonistlerin fazla uysal ve teslimiyetçi olduklarını söyleyerek ortaya çıkmış, pop art ise soyut sanatın yapmacıklıktan yıkıldığını iddia ederek patlamıştı, aynen verdiği ses gibi: Pop!
Bu, bazılarına göre ‘popüler' kelimesinin özeti iken, bazıları için patlayan bir şampanyanın çıkardığı sesi ifade ediyordu. Çok da yanlış bir tanımlama değil aslına bakarsanız, ama o dönemde çıkardığı gürültüyü göz önüne aldığınızda şampanya bile hafif kalır.
Pop art'ın hikayesi 1956'da İngiltere'de başlar:
Dönemin çılgın sanatçılarından Richard Hamilton, bilmecemsi, karmaşık, acayip bir kolaj yapar ve adını da “Just what is that makes today's homes so different, so appealing?” koyar. Tablodaki her şey son derece alaycı ve ironiktir; modern dünyayı simgeleyen garip eşyalarla dolu bir salonun ortasında kas manyağı olmuş bir adam durmaktadır, elinde muhtemelen halter niyetine taşıdığı dev bir topitop vardır, kanepede ise kafasına abajur geçirmiş çıplak bir arka sayfa güzeli sakin sakin hayallere dalmıştır.
O dönem için son derece aykırı bir çalışmadır bu; pek çok insan nefesini tutar ve merakla neler olacağını beklemeye başlar.
Beklenen patlama 60'larda Amerika'dan gelir. O günlerde pek popüler olan sadelik kumkuması minimalizm, böyle renkli ve canlı bir akımın karşısında fazla bir şey yapamaz tabii ki, kaderine küsüp kenara çekilir.
Pop art'ın tartışmasız lideri Andy Warhol ve Roy Lichtenstein, Claes Oldenbourg, Keith Haring gibi diğer pop art duayenleri, akademik sanatın gelenekleriyle hemen hemen tüm bağları koparırlar ve soyuta da sırtlarını dönerek halka gerçeği olduğu gibi sunarlar.
New York dev bir atölyeden farksızdır artık, şehirle birlikte ona bağlı tüm değerler de sanatın içindedir. Araba ilahlaşmış, cinsellik alenileşmiş, konserveler, pizzalar, patlamış mısırlar ikonlaşmış, sinema ise düşler ve yıldızlar üretmeye yarayan mükemmel bir makine olmuştur.
Çizgi roman başta olmak üzere, medya ve sinema pop artçılar için önemli bir esin kaynağı haline gelmiştir.
Kendini kabul ettiren şey sıradan bir sanat akımı değil, tam anlamıyla bir ‘hayat tarzı'dır.
Pop art'ın kült ismi Andy Warhol ise New York'ta kurduğu ve “Factory” adını verdiği atölyesinde sade yaratıcılığın sınırlarını aşıp türlü yeniliklere imza atar.
Parlak renklerle adeta badana yapılmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, Elizabeth Taylor portreleri büyük sansasyon yaratır, Lou Reed'in adıyla anılan rock grubu Velvet Underground'un ilk albümlerinin kapaklarını tasarlar, Coca Cola şişelerini, Campbell's çorbalarının ve Heinz ketçaplarının kutularını boyar. “Tüketim toplumu” olarak bilinen kavram, Warhol için tükenmek bilmeyen bir esin kaynağıdır, bu oburluğu küçümsemek komik olur, zira bütün bu ‘sanat eserleri' daha sonra koleksiyonlarda, galerilerde ve hatta müzelerde baş tacı edilir.
Çizgi roman karelerinin duvarlarımıza kazandırılması ise Roy Lichtenstein sayesinde olur. Aslında Lichtenstein bir çizgi roman çizeri değildi, yaptığı şey geniş açı klişeler çizmekti:
Aşk acısıyla ağlayan kadınlar, bir tartışmanın ortasındaki çiftler, alevler içindeki uçaklardan atlayan pilotlar..
Bu klişeleri, ses efektleriyle ve konuşma balonlarıyla da süsleyerek öncesi ve sonrası olan gerçek çizgi roman kareleri yaratıyordu. Bütün diğer pop artçılar gibi, kopyanın kopyasının kopyasını yapan Roy Lichtenstein, pop art'ı gayet güzel özetliyor:
“Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya (filmler, fotoğraflar, reklamlar vs) tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.”
Claes Oldenbourg ise tam boyutlarıyla oluşturulan ünlü süper-market-galeri “Store”da, gıda maddelerinin ve tanıdık nesnelerin taklitlerini sunar. Bu durum sadece resim, sinema ve müzik dünyasını değil, tasarımcıları da büyük ölçüde etkileyecektir.
Diğer taraftan İngiltere de boş durmaz; 50'li ve 60'lı yılların Londrası, çılgınlar gibi pop art çağını kutlamaktadır, Peter Blake'in Elvis Presley ve Beatles için yaptığı muhteşem albüm kapakları, Brigitte Bardot için hazırladığı illüstrasyonlar tüm dünyayı etkilemiş, pop tutkusunu zirveye çıkarmıştır.
abstract expressionism (soyut ekspresyonizm)
Soyut dışavurumculuk (soyut ekspresyonizm), veya eleştirmen Clement Greenberg'in tabiriyle resimsel soyutlama, 1940'ların ortalarında New York'ta ortaya çıkan, ressamların gerçek nesnelerin temsiline yer vermeden kendilerini sadece renk ve şekillerle ifade ettikleri bir tür soyut sanattır. İlk Amerikan sanat akımı olarak kabul edilip, sanat dünyasının merkezinin Paris'
ten New York'a kaymasında etkili olmuştur.
İnsanlar şiddet, şiir, gizem, gibi soyut ekspresyonizm duygularını ifade etmek için birçok teknik kullanarak bu duyguları renkler yardımı ile ifade etmeye çalışır. Buna ek olarak, kendi bilinçaltının anlamı vermek üzere serbest renk kullanırı Onlar bu harekete doğaçlama olduğu için mükemmel önem veriyorlar.
Sürrealizm (Gerçeküstücülük)
1924'te
Fransa'da ortaya çıkmıştır.
Sürrealistler, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkmışlardır.
Sanatçı bilinç altındakileri dışa vurarak eserini oluşturur.
Akıl ve mantık değersizdir. İnsanı yönlendiren iç güdülerdir, bilinç altıdır.
Bu akıma göre edebî eserde bir kişinin sevaplarının yanında günahlarının, ahlâka uygun davranışlarının yanında uygun olmayanların da bulunması gerekir.
Sürrealizm;Aklın, geleneklerin, alışkanlıkların denetiminden uzak, bilinçaltı gerçeklerini yansıtan yani bilinen gerçekle bağını kesip kendince bir gerçek yaratmak amacını güden edebiyat ve sanat akımıdır. Gerek söz, gerek yazı, gerek başka bir şekil ile düşüncenin hakiki faaliyetini ifade eden saf ruhî bir otomatizmdir. Akıl ve mantığın kontrolünden bütün bed ve ahlaki endişeden kurtulmuş olan düşüncenin tespitidir.
"Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak içim başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır".Andre Breton
Önemli temsilcileri
Andre Breton, Paul Eluard ve Aragon,dali
1925’ten sonra gerçeküstücüler dağılmaya, başka akımlara yönelmeye başladı. Ama resimden, sinemaya, tiyatroya kadar bir çok sanat dalını derinden etkiledi. Andre Breton’un yanısıra P. J. Jouve, Pierre Reverdy, Robert Desnos, Louis Aragon, Paul Eluard, Antonin Arnaud, Raymond Queneau, Philippe Soupault, Arthur Cravan, Rene Char gerçeküstücülük akımının diğer önemli isimleridir.
1918 yılında 1.Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte dünyada bir kaos hüküm sürmeye başladı.Almanya yenilmiş,Rusya’da büyük bir devrim olmuş,Osmanlı İmparatorluğu dağılmış,tüm insanlığa örnek olarak gösterilen batı uygarlıkları birbirine girmiş ve milyonlarca insan ölmüştü.
Avrupalı aydınlar bu olaylar karşısında şiddetli protestolara başladılar.Şiirlerde ve resimlerde savaşı ve savaş isteyenleri aşağılayan ve onlarla dalga geçen temaları kullanmaya başladılar.Kısa bir süre içerisinde ise bu protestoları soyut bir hal almış ve yerini akılcılık,düzen,disiplin ve hatta güzellik gibi temalara bırakmıştır.Bütün sanat tarihi boyunca somut temaların bu kadar soyut hal aldığı,bu kadar fazla tema ve teknik varyasyonunun kullanıldığı bir dönem daha yoktur.
20. yy.’ın başlarında Avrupa’da ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Şair ve ressamlar I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım karşısında, dehşete kapılmış, akılcı tutuma karşı tavır alarak, bilinç dışının düşsel dünyasına yönelmeye başlamışlardı. 1924’te yayımladıkları Gerçeküstücülük Bildirgesi’nde düşüncenin aklın denetimi olmadan ve ahlâk gibi engelleri hiçe sayarak, ortaya konmasını savundular. Yapıtlarında nesneleri alışılmamış biçimlerde betimleyen Gerçeküstücü sanatçılar, çoğunlukla düşlerin gizli dünyasını dile getirmeye çalıştılar. Bazen de nesneleri kendi doğal ortamlarından çıkartarak şaşırtıcı, düşsel bir ortama taşıdılar.
1916 yılında,henüz savaş sürerken Almanya’nın Zürih şehrinde başlayan Dadaizm (Dadacılık) akımı,Avrupa’nın aydın kesiminin ilgisini çekmişti.Şüphesiz bir tepki hareketi olan Dadaizm,sanatta güzel olana karşı olarak gelişmiştirve sanatsal yıkıcılığa kadar ileri gitmiştir.Bu akımın en önemli sanatçılarından Marcel Duchamp’ın en ünlü eseri “LHOOQ” yani “Bıyıklı Mona Lisa” (Leonardo Da Vinci’nin ünlü çalışmasına tepkisel bir betimleme getirmiştir) bu dönemin ürünüdür.Bu akım başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’yla birlikte Amerika’ya kadar yayılmıştır.Bu sırada Paris’te ise şair Andre Breton ve Louis Aragon “Sürrealizm” akımının öncüleri olmuşlardı.Önceleri dadaist olan sürrealistler de zaman içinde kendi akımlarını kabul ettirmişlerdir.Özellikle Andre Breton,kendisi de bir dadaist olmasına rağmen,dadaizmin sanattaki yıkıcılığına karşıdır.Breton,1922 yılında sürrealizmi resmen ortaya çıkaran şairdir.Breton,diğer sürrealistlere şu ünlü öğüdünü vermiştir;
“Her şeyi bırakın,karınızı,evinizi,yollara düşün…” Breton,1924 yılında yayınladığı bir bildirgeyle de sürrealizm akımının kurallarını ortaya koymuştur.
Böylece sanat tarihinin en hayalperest akımının da ana hatları ortaya çıkmıştır.Sürrealistler,düşlerini sınırsızca ortaya koyarlar.Bu bakımdan Freud’un bilinçaltı kuramları da onları etkilemiştir.19. yüzyılda sanatın genel yolu olan “Akılcılık” 1.Dünya Savaşı’ndan sonra sürrealistler de aynı dadaistler gibi akılcılığa karşı çıkmaya başlarlar ve Freud’un bilinçaltı kuramlarının da aynı dönemde yayınlanmasıyla birlikte evrensel bir sanat akımı haline gelen sürrealizmi geliştiren raslantısal düş gücü ortaya koyarlar.Bu akım Soğuk Savaş dönemine kadar sürdü.Bu dönemde ise etkisini yitirmeye başladı.
Sürrealist sanatçılar gerçek ile gerçek üstü arasında bir köprü görevi üstlendiklerini düşünüyorlardı.Gerçek üstü ise hayal gücünün kaynağıydı.Bu kaynağa ulaşmanın tek yolu bir dehaya sahip olmaktı.Akımın resim alanındaki en büyük ismi şüphesiz Salvador Dali’dir.Sürrealist ressamları genel olarak “sürrealist” olarak nitelendirebilmemize karşın birbirlerinden farklı eserler ortaya koyduklarını da görmekteyiz.Zaten birbirine benzer eserler vermesi akıma ters düşerdi.Sürrealistler kısa bir süre içinde iki gruba ayrıldılar;Otomatikçiler ve Gerçek Sürrealistler.Otomatikçileri göre sanatsal tekniklerin ve formların bir anlamı olması gerekmiyordu.Onlar bilinçaltını yüceltiyorlardı.Gerçek Sürrealistler ise bilinç ile bilinçaltı arasında bir köprü kurmaya kararlıydılar.Onlar böylelikle kullandıkları formlarla bilinçaltına da anlam yüklemeye çalışıyorlardı.Sürrealist sanatta görünenin aksine görünmeyenler ilgi uyandırmaktadır.Sanatçılar görünenin ardında bir de görünmeyen yön yaratmaya çalışmışlardır.Böylece iç dünyalarını da gerçek hayatla birlikte yansıtmaya çalışmışlardır.Salvador Dali’nin de içlerinde yer aldığı bir çok sanatçı tezatları (yaşamla ölüm,iyiyle kötü,bilinçle bilinçaltı,gerçekle düş) eserlerindeki sürrealist yönleri artırmak için kullanmıştır.
Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam “mutlak gerçek” ya da “gerçeküstü” anlamda iç içe geçiyordu.
Gerçeküstücülük Akımı’nın kurucusu olan Fransız Şairi André Breton hastalarına psikanaliz yöntemini uygulayan Sigmund Freud’dan büyük ölçüde etkilenerek, şiirlerinde alışılagelmişin dışında mantıyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu.[/b][/color]
U. Econun ünlü romanı F. sarkacında bahsi geçen Abulafiası'da bu akıma bir gönderme sayılabilir.
Gerçeküstücülük Akımı’nın Belçika’daki en önemli temsilcisi olan René Magritte (1898-1967) akıl ile akıl dışı arasındaki çizgiyi yok eden resimler yaptı. Bacakları kadın, üstü balık bir denizkızı; kartal tepeli bir buzul, eğik Pizza Kulesi’ni destekleyen bir kuş tüyü çarpıcı tablolarında yer alan ilgi çekici görüntülerdendir. 1920’den başlayarak, Gerçeküstücülerle ilişki kuran İspanyol ressamı Ruan Miro (1893-1983) beklenmedik biçimler ve renkler kullandı. Resimlerinde yer alan kadın, kuş, yıldız gibi kendine özgü biçimlerdeki motiflerle düşsel görüntüler yarattı. Bu büyülü motiflerle çocuksu bir dünya kurdu. Gerçeküstücülük Akımı’yla neredeyse özdeşleşen, Salvador Dali’nin (1904-1989) anılarından ve düşlerinden esinlenerek yaptığı resimlerinde eriyip akan saatler, gövdesinde çekmeceler taşıyan insanlar, boşlukta uçan eşyalar yer alır. Paul Klee, Yves Tanguy ve Giorgia De Chirico da Gerçeküstücülük Akımı’nın önde gelen ressamlarındandır. Bu akımın sinema alanındaki en önemli temsilcisi ise Luis Bunuel’dir.
Gerçeküstücülük temelde, 1910’ların ortalarında usçuluğu yadsıyarak karşı-sanat anlayışı doğrultusunda çalışan ilk dadacıların yapıtlarından kaynaklanır. Sürrealistler, geçmişte Avrupa sanatını ve siyasal yaşamını yönlendiren usçuluğun, I. Dünya Savaşı gibi bir felaketle doruğa ulaşan bir yıkıma yol açtığına inanıyor ve bu tür usçuluğa karşı tavır alıyorlardı.
Gerçeküstücülük hiçbir ortak kuram ya da birlik olmaksızın, sanatçıların bireysel tavırları doğrultusunda kendi kendine gelişen bir sanat akımı olmuştur.
Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. Breton bu kuram çerçevesinde güçlü bir ‘birlik’ oluşturulmasını istiyordu. Ama 1925’te Paris’te açılan ortak sergiye karşın Sürrealistler, etkinlikleri süresince hiçbir zaman Breton’un istediği doğrultuda bir bütün oluşturamadılar. Yaklaşık 1925’ten sonra grup içinde farklı siyasal görüşler belirdi, bu da topluluktan çıkarılmalara ya da ayrılmalara yol açtı. Amaçlanan birliğe ve otomatizm kavramına önem verilmesine karşın, dönem sanatçılarının hepsinin yapıtları birbirinden öylesine farklıydı ki, ortak bir gerçeküstücü üsluptan, hatta bakış açısından sözetmek neredeyse olanaksızdı. Her sanatçı kendini çözümlemede kişisel bir yol bulmuştu. Bazısı bilinçdışını usun denetiminden arındırarak açığa çıkarma çabasındaydı; bazısı da gerçeküstücülüğü kişisel fantezileri araştırmada bir boşalma noktası olarak kullanıyordu.
1918 yılında 1.Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte dünyada bir kaos hüküm sürmeye başladı.Almanya yenilmiş,Rusya’da büyük bir devrim olmuş,Osmanlı İmparatorluğu dağılmış,tüm insanlığa örnek olarak gösterilen batı uygarlıkları birbirine girmiş ve milyonlarca insan ölmüştü.
Avrupalı aydınlar bu olaylar karşısında şiddetli protestolara başladılar.Şiirlerde ve resimlerde savaşı ve savaş isteyenleri aşağılayan ve onlarla dalga geçen temaları kullanmaya başladılar.Kısa bir süre içerisinde ise bu protestoları soyut bir hal almış ve yerini akılcılık,düzen,disiplin ve hatta güzellik gibi temalara bırakmıştır.Bütün sanat tarihi boyunca somut temaların bu kadar soyut hal aldığı,bu kadar fazla tema ve teknik varyasyonunun kullanıldığı bir dönem daha yoktur.
20. yy.’ın başlarında Avrupa’da ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Şair ve ressamlar I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım karşısında, dehşete kapılmış, akılcı tutuma karşı tavır alarak, bilinç dışının düşsel dünyasına yönelmeye başlamışlardı. 1924’te yayımladıkları Gerçeküstücülük Bildirgesi’nde düşüncenin aklın denetimi olmadan ve ahlâk gibi engelleri hiçe sayarak, ortaya konmasını savundular. Yapıtlarında nesneleri alışılmamış biçimlerde betimleyen Gerçeküstücü sanatçılar, çoğunlukla düşlerin gizli dünyasını dile getirmeye çalıştılar. Bazen de nesneleri kendi doğal ortamlarından çıkartarak şaşırtıcı, düşsel bir ortama taşıdılar.
1916 yılında,henüz savaş sürerken Almanya’nın Zürih şehrinde başlayan Dadaizm (Dadacılık) akımı,Avrupa’nın aydın kesiminin ilgisini çekmişti.Şüphesiz bir tepki hareketi olan Dadaizm,sanatta güzel olana karşı olarak gelişmiştirve sanatsal yıkıcılığa kadar ileri gitmiştir.Bu akımın en önemli sanatçılarından Marcel Duchamp’ın en ünlü eseri “LHOOQ” yani “Bıyıklı Mona Lisa” (Leonardo Da Vinci’nin ünlü çalışmasına tepkisel bir betimleme getirmiştir) bu dönemin ürünüdür.Bu akım başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’yla birlikte Amerika’ya kadar yayılmıştır.Bu sırada Paris’te ise şair Andre Breton ve Louis Aragon “Sürrealizm” akımının öncüleri olmuşlardı.Önceleri dadaist olan sürrealistler de zaman içinde kendi akımlarını kabul ettirmişlerdir.Özellikle Andre Breton,kendisi de bir dadaist olmasına rağmen,dadaizmin sanattaki yıkıcılığına karşıdır.Breton,1922 yılında sürrealizmi resmen ortaya çıkaran şairdir.Breton,diğer sürrealistlere şu ünlü öğüdünü vermiştir;
“Her şeyi bırakın,karınızı,evinizi,yollara düşün…” Breton,1924 yılında yayınladığı bir bildirgeyle de sürrealizm akımının kurallarını ortaya koymuştur.
Böylece sanat tarihinin en hayalperest akımının da ana hatları ortaya çıkmıştır.Sürrealistler,düşlerini sınırsızca ortaya koyarlar.Bu bakımdan Freud’un bilinçaltı kuramları da onları etkilemiştir.19. yüzyılda sanatın genel yolu olan “Akılcılık” 1.Dünya Savaşı’ndan sonra sürrealistler de aynı dadaistler gibi akılcılığa karşı çıkmaya başlarlar ve Freud’un bilinçaltı kuramlarının da aynı dönemde yayınlanmasıyla birlikte evrensel bir sanat akımı haline gelen sürrealizmi geliştiren raslantısal düş gücü ortaya koyarlar.Bu akım Soğuk Savaş dönemine kadar sürdü.Bu dönemde ise etkisini yitirmeye başladı.
Sürrealist sanatçılar gerçek ile gerçek üstü arasında bir köprü görevi üstlendiklerini düşünüyorlardı.Gerçek üstü ise hayal gücünün kaynağıydı.Bu kaynağa ulaşmanın tek yolu bir dehaya sahip olmaktı.Akımın resim alanındaki en büyük ismi şüphesiz Salvador Dali’dir.Sürrealist ressamları genel olarak “sürrealist” olarak nitelendirebilmemize karşın birbirlerinden farklı eserler ortaya koyduklarını da görmekteyiz.Zaten birbirine benzer eserler vermesi akıma ters düşerdi.Sürrealistler kısa bir süre içinde iki gruba ayrıldılar;Otomatikçiler ve Gerçek Sürrealistler.Otomatikçileri göre sanatsal tekniklerin ve formların bir anlamı olması gerekmiyordu.Onlar bilinçaltını yüceltiyorlardı.Gerçek Sürrealistler ise bilinç ile bilinçaltı arasında bir köprü kurmaya kararlıydılar.Onlar böylelikle kullandıkları formlarla bilinçaltına da anlam yüklemeye çalışıyorlardı.Sürrealist sanatta görünenin aksine görünmeyenler ilgi uyandırmaktadır.Sanatçılar görünenin ardında bir de görünmeyen yön yaratmaya çalışmışlardır.Böylece iç dünyalarını da gerçek hayatla birlikte yansıtmaya çalışmışlardır.Salvador Dali’nin de içlerinde yer aldığı bir çok sanatçı tezatları (yaşamla ölüm,iyiyle kötü,bilinçle bilinçaltı,gerçekle düş) eserlerindeki sürrealist yönleri artırmak için kullanmıştır.
Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam “mutlak gerçek” ya da “gerçeküstü” anlamda iç içe geçiyordu.
Gerçeküstücülük Akımı’nın kurucusu olan Fransız Şairi André Breton hastalarına psikanaliz yöntemini uygulayan Sigmund Freud’dan büyük ölçüde etkilenerek, şiirlerinde alışılagelmişin dışında mantıyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu.[/b][/color]
U. Econun ünlü romanı F. sarkacında bahsi geçen Abulafiası'da bu akıma bir gönderme sayılabilir.
Gerçeküstücülük Akımı’nın Belçika’daki en önemli temsilcisi olan René Magritte (1898-1967) akıl ile akıl dışı arasındaki çizgiyi yok eden resimler yaptı. Bacakları kadın, üstü balık bir denizkızı; kartal tepeli bir buzul, eğik Pizza Kulesi’ni destekleyen bir kuş tüyü çarpıcı tablolarında yer alan ilgi çekici görüntülerdendir. 1920’den başlayarak, Gerçeküstücülerle ilişki kuran İspanyol ressamı Ruan Miro (1893-1983) beklenmedik biçimler ve renkler kullandı. Resimlerinde yer alan kadın, kuş, yıldız gibi kendine özgü biçimlerdeki motiflerle düşsel görüntüler yarattı. Bu büyülü motiflerle çocuksu bir dünya kurdu. Gerçeküstücülük Akımı’yla neredeyse özdeşleşen, Salvador Dali’nin (1904-1989) anılarından ve düşlerinden esinlenerek yaptığı resimlerinde eriyip akan saatler, gövdesinde çekmeceler taşıyan insanlar, boşlukta uçan eşyalar yer alır. Paul Klee, Yves Tanguy ve Giorgia De Chirico da Gerçeküstücülük Akımı’nın önde gelen ressamlarındandır. Bu akımın sinema alanındaki en önemli temsilcisi ise Luis Bunuel’dir.
Gerçeküstücülük temelde, 1910’ların ortalarında usçuluğu yadsıyarak karşı-sanat anlayışı doğrultusunda çalışan ilk dadacıların yapıtlarından kaynaklanır. Sürrealistler, geçmişte Avrupa sanatını ve siyasal yaşamını yönlendiren usçuluğun, I. Dünya Savaşı gibi bir felaketle doruğa ulaşan bir yıkıma yol açtığına inanıyor ve bu tür usçuluğa karşı tavır alıyorlardı.
Gerçeküstücülük hiçbir ortak kuram ya da birlik olmaksızın, sanatçıların bireysel tavırları doğrultusunda kendi kendine gelişen bir sanat akımı olmuştur.
Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. Breton bu kuram çerçevesinde güçlü bir ‘birlik’ oluşturulmasını istiyordu. Ama 1925’te Paris’te açılan ortak sergiye karşın Sürrealistler, etkinlikleri süresince hiçbir zaman Breton’un istediği doğrultuda bir bütün oluşturamadılar. Yaklaşık 1925’ten sonra grup içinde farklı siyasal görüşler belirdi, bu da topluluktan çıkarılmalara ya da ayrılmalara yol açtı. Amaçlanan birliğe ve otomatizm kavramına önem verilmesine karşın, dönem sanatçılarının hepsinin yapıtları birbirinden öylesine farklıydı ki, ortak bir gerçeküstücü üsluptan, hatta bakış açısından sözetmek neredeyse olanaksızdı. Her sanatçı kendini çözümlemede kişisel bir yol bulmuştu. Bazısı bilinçdışını usun denetiminden arındırarak açığa çıkarma çabasındaydı; bazısı da gerçeküstücülüğü kişisel fantezileri araştırmada bir boşalma noktası olarak kullanıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)